Celil Çalış – Toprağın Adamı

İKLİM KRİZİNDE YEŞİL DÖNÜŞÜM İÇİN ADRES TARIM TARIM İÇİN SU MECBURİYETTİR

Çevre bilimi aslında hepimizin bilmesi ve bilinçlenmesi gereken önemli bir genel kültürdür. Çevre bilimciler ruha dokunup şöyle bir tarif yapıyor: “Her nerede çevre kirliliği varsa, orda insanların ruhsal kirliliği de vardır. Çevrenin güzelliği de çirkinliği de o çevrede yaşayan insanların ruhuna yansır.”

Dünyanın yuvarlak olduğu yüzyıllardır bilinir ancak sınırlı olduğunu son yüzyılda anladık belki. Dünya sonsuz uzayda küçük bir canlı nokta. Yaşanmaz hale getirirsek pırtımızı toplayıp kaçacak başka yer de yok. Oysa atalarımız için böyle sorun yoktu. Orta Asya çölleşince topladılar çadırlarını, uzun yıllar ve çetin yollarla Anadolu’yu yurt tuttular. Minnettarız. O devirlerde insanoğlunun gözünde dünya neredeyse uçsuz bucaksızdı. Ama şimdi gidecek yer kalmadı. Anadolu çoraklaşsa gidilecek yer diye düşünülen yerdeki insanların da gidecek yer aradığı zamandayız. Sanayi ürünü asit yağmurları ile sulanan ormanlar tehdit altında.

Tarih kitapları, eski medeniyetlerin savaşlardan battığını yazar da memleketleri azar azar kemiren erozyon ve tarımsal üretimin düşmesi gibi uzun vadede ülkelerin gücünü etkileyen çevresel etkenlerden söz etmez. Oysa arkeolog ve ekologların bir arada çalıştıkları bazı projeler, çevre ve nüfus etkenlerinin uygarlıkların çöküşünde ne kadar önemli rol oynayabileceğini bize göstermekte.

Karbon ayak izi, insan faaliyetlerinin doğada meydana getirdiği karbondioksit miktarıdır. Kısaca tüketim alışkanlıklarının izidir. Küresel ısınmaya sebep olan bütün aktivitelerin neden olduğu karbon salınımı ile açıklanıyor. Karbon ayak izi bütün karbon emisyonlarının toplamı olarak ifade ediliyor. Karbon ayak izini ölçmenin en iyi yolu ne kadar fosil yakıt kullandığınızı ölçerek hesaplanabiliyor çünkü en büyük karbon ayak izine sebep olan etken fosil yakıtlar olarak öne çıkıyor.

Günümüzde karbon salımı için en büyük etken sanayi olarak biliniyor. Özellikle de plastiğin üretilmesi ve işlenmesi, en fazla karbon salınımına sebep olan etkenlerden. Tek suçlu insanların yaşamsal faaliyeti ve besledikleri hayvanlar değil elbette.

Tarımsal üretim, hayvancılık, yapılaşma, orman ürünleri ve deniz ürünleri insanlık olarak ihtiyaçlarımızı karşılamak için bulunuyor. Karbon ayak izi nedir? Denince de bütün bu üretim alanlarında ortaya çıkan karbondioksit salınımını göz önünde bulunduruyoruz. Özellikle orman alanlarında yapılan tahribat karbon ayak izinin artışına sebep olurken telafisi de olmayacak bir yola girilmiş oluyor. Aslında karbon ayak izini dengeleyen oksijen üretimini sağlayan en önemli alanlar orman alanlarının korunması ve geliştirilmesi ile tarımsal üretimin arttırılmasıdır. Örnek mi; 1 dekar şekerpancarı tarlası 10 dekar orman alanına eş değer oksijen üretmektedir. Tüm yeşil aksam oksijen üreten karbondioksit tüketen karbon yutak alanlarıdır.

Şu anda dünyanın telafi edebileceğinin çok üzerinde bir tüketim çağında bulunuyoruz. Böyle giderse doğal kaynakların son bulması ve temiz tatlı su kaynaklarının hızlı bir şekilde yok olacağından bahsediliyor. Bunun olmaması için de hem hükümetlere hem de bireylere oldukça fazla sorumluluk düşüyor.

Ekolojiyi diğer pek çok müspet bilim dalından ayıran önemli özelliği, bilimsel yöntem olarak tüme varmak yerine, tümden gelmek kuralının kullanılması gerekmektedir. Ekolojide, doğanın parçalarının tek tek nasıl işlediğine değil, bu parçaların ilişkilerine bakılır. Bugün ekosistemi, ‘’belli bir alanda yaşayan ve birbirleriyle sürekli etkileşim içinde olan canlılar ile bunların cansız çevrelerinin oluşturduğu bir bütün’’ olarak tanımlamalıyız. En büyük ekosistem birimi, önce ülkeler daha sonra dünya ekosistemidir. Karalar, denizler, nehirler, canlısı ve cansızıyla tüm dünyanın oluşturduğu bu bütüne, canlı ve küre anlamında saygı duymalıyız.

Biyoloji profesörünün kapısında asılı yazıda şu yazıyordu: ‘’Bugün bir yeşil bitkiye teşekkür ettiniz mi?’’ Bu soru önemli ve anlamlı bir soru. Dünyada yeşil bitkiler olmasa yaşam da olmazdı, bizde olmazdık. Bildik ekosistemlerden özellikle okyanuslardaki fitoplanktonlar ve karasal ortamlardaki yeşil bitkiler yegâne oksijen üreticileri olup hayatın devamı için olmazsa olmazlardır.

Tropik ormanların kapladığı alan, dünya yüzeyinin yalnızca %7’sini oluşturuyor ama yeryüzündeki hayvan ve bitki türlerinin %80’i bu bölgelerde yaşadığı herkesçe biliniyor. Bu türler arasında kereste değeri olan ağaçlar, tarım potansiyeli olan türler, belki de en önemlisi, henüz dünyanın varlığından bile haberdar olmadığı, tıp ve eczacılıkta kullanabilecek bitki, hayvan ve mikroorganizmalar var.

Dünya Sağlık Örgütüne göre 2050 yılına gelindiğinde mevcut tarım alanları aynı kalmak koşuluyla o zamanki nüfusu beslemek için üretimi iki katına çıkarmamız gerekiyor. Nüfus arttıkça ya tarımsal üretim artacak ya da nüfusun yediği besinin kalitesi düşecek. Üretim arttıkça, petrole ve enerji gereksinimine bağımlılık da artacak. Çünkü bedelsiz yarar olmuyor, bu artışın bir de maliyeti var. Amaç, ekolojik çözümlerden yararlanarak bu maliyeti düşük tutmak olmalı. Tarım arazileri hızla amaç dışı kullanıma kurban giderken bu üretimi nasıl arttıracağız? Karbon ayak izinin suçlularından ilan edilen hayvanların içtiği su ve çıkardığı metan gazı bahane edilerek yerine laboratuvarlarda denenen esanslı yapay etlere mi muhtaç edileceğiz.

Türkiye’de İklim değişikliğine bağlı aşırı hava olayları en fazla yaşam alanlarını etkiliyor. Türkiye’de son yıllarda yaşananlara bakıldığında kuraklık, sel, orman yangınları, aşırı sıcak, aşırı soğuk, hortum, don ve daha birçok felaket yaşandı. Aşırı hava olaylarından etkilenmeyen çiftçi neredeyse yok. Her bölgede her çiftçi bir şekilde etkileniyor. Öngörülere göre bu olumsuz etki önümüzdeki yıllarda artarak devam edecek.

Enerji çeşitliliğine ağırlık vermek toplumlar için uzun vadede sigortadır. Örneğin tüm enerji kullanımını petrole bağlamış bir ülke, petrol tükenmeye yüz tutunca ya da pahalılaşınca krize düşüyor. Oysa petrolün yanında kömür, güneş, rüzgâr, su ve biyogaz enerjisi üreten bir ekonomi, kriz tehlikesini büyük ölçüde sigortalamış oluyor. Yani çok yönlü ve çeşitli bir enerji politikası, riski bölerek azaltıyor.

Doğada gerçekleşen bir olay 30 yıl, 50 yıl, 100 yıl nihai olarak 500 yılda gerçekleşir. Yaşadığımız doğal afetlerde aslında doğa bizim ona hakkımızdan ve haddimizden fazla yaptığımız müdahalelerle aldıklarımızı geri alıyor. Doğa kendinde olan tahribatı düzenliyor. Bu olaylar yüz yıllarda belki de bin yıllarda gerçekleşiyor, biz anı yaşayarak yorum yapıyoruz.

İklim değişikliği küresel bir tehdit olarak tüm dünyada ve ülkemizde artarak etkisini göstermektedir. Bu durum, ülkelerin alışkanlıklarını ve önceliklerini ekonomik, sosyal ve hukuksal açıdan değiştirmektedir. Ülkemiz, BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesine (BMİDÇS) 2004 yılında ve Paris Anlaşmasına da 2021 yılında taraf olmuş, 2053 net sıfır emisyon hedefi de ortaya konularak; küresel iklim değişikliği ve ozon tabakasının incelmesi ile ilgili tedbirlerin alınmasına ve yeşil kalkınmaya yönelik plan, politika ve stratejilerin belirlenmesine göreviyle Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığına bağlı İklim Değişikliği Başkanlığı kurulmuştur.

Ülkemiz; Akdeniz havzasında yer alması, coğrafi konumu ve gelişmekte olan ülke seviyesi nedenleriyle iklim değişikliğinden en çok etkilenecek ülkeler arasında yer almaktadır. Bu sebeple düşük karbon ekonomisine geçiş, sera gazı emisyonlarına sebep olan tüm sektörlerde yeşil dönüşümün sağlanması ile iklim değişikliğiyle mücadele ve uyum kapasitesinin artırılması için İklim Kanunu 2 Temmuz 2025 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından kabul edildi. Kabul edilerek yasalaşan Kanun 9 Temmuz 2025 günü resmî gazetede yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. Kanunda belirtilen mevzuata ve planlama araçlarına ilişkin hazırlama ve uyarlama yükümlülükleri ilgili kurum ve kuruluşlarca en geç 31 Aralık 2027 tarihine kadar yerine getirilecektir.

İklim Kanunu sadece çevreci bir yaklaşım ve 2053 net sıfır emisyon hedefi ile hazırlandığı, tarımsal anlamda bakıldığı zaman “Suya Göre Tarım” ana fikrinin öne çıktığı görülmektedir.    Bu Kanuna ihtiyaç var, dahası mecburiyet var ancak sadece çevreci yaklaşımla hazırlandığından tarım camiası da doğal karşı duruş göstermektedir. Gündemde olan ve önümüzdeki aylarda TBMM de ele alınacak olan Su Kanunu taslağı da tarımsal açıdan “Suya Göre Tarım” kapsamını içerdiğinden endişeleri arttırmaktadır. Suya göre tarım ana fikri yerine, mevcut su kaynaklarının en ekonomik teknolojik yöntemlere kullanılması kaydı ile “Tarıma Göre Su” tedariki yöntemlerinin hayata geçirilmesi ana fikrimiz olmalıdır.

Su Kanunu hazırlanırken dikkate almalıyız ki! İklim değişikliği küresel ısınma ve mevsim kayması artık ülkemizde her yıl kuraklık, sel, yangın, dolu afeti şekline farklı bölgelerde yaşanmakta ve üstü açık fabrika olan tarım alanlarını tehdit etmektedir. Doğal olarak yağışların yetersizliği ve mevsim normallerinden farklı düşmesi Orta Anadolu başta olmak üzere ülke tarımını tehdit etmektedir. Sulanabilir tarım alanlarının korunması ve arttırılması için ülkemizde “Milli Su Planı, Havza Bazında Su Yönetimi”uygulaması zarurettir. Bu kapsamda ülke havzaları arası su transferi Devlet Projesi olarak acil ele alınmalıdır. 

Bu memleketin bereketli toprakları su diye Hu çekerken, su varlığının yarısı kullanılamadan sınır aşan veya denize dökülen sular olarak fayda vermeden ülkemizi terk etmektedir. Üretimde sürdürülebilirliği sağlamak, kendi kendine yetebilmek, üretim zincirini kırmama adına üreticilerimiz tüm şartları zorlamaktadır. Tüm zorluklara rağmen üreticinin çözemediği iklim değişikliğine bağlı yağış yetersizliği ve dengesizliği ile sulama imkanlarının yetersizliğidir.

Devlet Projesi olarak “Su kaynaklarımızın her damlasını katma değere dönüştürmek için “Milli Su Planı” ana fikrinde “Su Kanunu” oluşturuyoruz. “diyeceğimiz gündür.

Vаtаnlаrını yаşаnmаz bulаnlаr, vаtаnlаrını yаşаnmаz’lаştırаnlаrdır. diyor, Cemil MERİÇ

Tüketiciyi korumanın, üreticiyi korumadan geçtiği daima göz önünde bulundurulmalıdır. Arz güvenliğinin olmadığı bir ortamda tüketicinin korunmasından ve gıda güvenliğinden bahsedilmesi işin edebi yanıdır.  Üreticinin ürünleri sadece üretim materyali değil yeşil dönüşümün anahtarıdır şiarı ile iklim dostu yeşil dönüşüm için daha çok üretmeli karbondioksit salınımını yeşil yutak orman alanlarımızla birlikte tarım alanlarında hapsetmeliyiz. Yeşil dönüşümle daha fazla fosil yakıt yakmadan, daha fazla atık üretmeden, ormanları ve sulak alanları koruyarak, tüm canlıları gözeterek, yani önceliği doğaya vererek iklim krizi ile mücadele etmek mümkün.

#toprağınadamı

Celil Çalış

1973 Yılında Konya/Kadınhanı ilçesinde doğan Celil ÇALIŞ, Konya Çumra Ziraat Meslek Lisesinden 1992 yılında mezun olduktan sonra Tarım ve Köy işleri Bakanlığı Erzurum / Çat İlçe Müdürlüğünde Ziraat Teknisyeni olarak göreve başladı. Sırasıyla Antalya / Elmalı, Antalya /Alanya ve Konya İl Tarım Müdürlüklerinde değişik kademelerde görev yaptı.

Previous Post

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir